12 Aralık 2010 Pazar

On Sekizinci Yüzyıl Romanları

Açıkçası sıklıkla takip ettiğim bir tür değil.  Emily Bronte'un Uğultulu Tepeler'ini de bu acemilikle okudum.İlk birkaç sayfa gittikten sonra zaten roman kendini belli ediyor. Fakat işin daha ilginç ve bilinçsiz tarafı şuydu ki ben-bilenler bilir- Zadie Smith'in İnci Gibi Dişler'ini çok severim.Kritikler de Smith'in Jane Austen'den etkilendiğini okuyunca hemen gidip bir Jane Austen kitabı alıp okumaya başlamış (Aşk ve Gurur) ve birazık hayal kırıklığına uğramıştım. Bu kitabı sevenler O kitabı da çok seveceklerdir eminim. .Ve fakat dediğim gibi bu romanların işsiz güçsüz karakterleri beni çok yoruyorlar.Kardeşim sen ordan oraya gidip çay içeceğine işine gücüne baksana....))) Tabii burda yine o ilginç olgu; Kurmacanın gerçekten daha inandırıcı olması durumu ortaya çıkıyor.Gerçekten o dönem zenginleri bu tarz bir hayat yaşamış olabilir.Romanı okumaya başladığımda bir kere yazar kesinlikle her türlü zor yolu seçmiş hiçbir şekilde kolaya kaçmamış.Örneğin yine bilenler bilir.MG Yaratıcı Yazarlık Kursu'nun ilk ödevi Y.Atılgan'ın Evdeki öyküsünü kahramanı erkek yaparak yazmaktır.Yani karşı cinsi oynamak zordur. Bu zor rolü zor da bir sahneyle açıyor yazar. İşler sarpa sarıyor. Heathcliff karakteri tombul hizmetçi Nelly'nin ağzından her türlü ince ayrıntısına girilerek çocukluğundan aşklarına anlatılıyor.Yazarın amacı sanki tüm karakterleri en ince ayrıntısına kadar okura vermek.Bu yüzden olsa gerek kahramanları sıklıkla çatışma halinde görüyoruz.(Nelly dahil).Romanın ikinci bir zorluğu önemli bir kısmının hizmetçi kadın tarafından anlatılması.Bu sahneler de (hadi örgü şişini al gel Nelly'ciğim anlatırken örersin gibi sahnelerle bazen zorlamaya kaçıyor. Yani şimdi bitirir Nelly diyorsunuz ama Nelly tombul yanaklarından cesaret alarak anlattıkça anlatıyor...)) Bir de benim yine bir farklılığım Heathcliff'i o kadar kötü algılamadım ben. Yani daha çok bir hayatla başetmeyi bilen bir tip olarak göründü bana.Bilemiyorum.Sonuçta dağarcığıma kattığıma memnun olduğum bir kitap oldu.Yazar bana göre roman sanatının olmazsa olmazlarını yerine getirmiş işin hakkını vermiş.Teknik bir gözle bakılırsa yapılması gereken herşeyi yapmış.Ayın moderatörü Kelime Oyunu Kahramanı Süleyman kardeşime teşekkür ediyorum. Bir de dipnot: Bizim Qunegond kitabın fanatiklerindenmiş ve der ki; Kitaba dair makaleleri okuyarak giderseniz daha iyi anlarsınız çünkü bazı şeyler simgesel diyor.Bunu da belirtmek istedim.

4 Aralık 2010 Cumartesi

HIRSIZIN GÜNLÜĞÜ


Bu ayın moderatörü olarak ne zamandır okuma listemde bekleyen bir yazarı Jean Genet'i seçtim.
Doğduktan hemen sonra yetimhaneye terkedilen, ömrü boyunca pek çok defa çeşitli suçlardan tutuklanan, yazdıklarıyla Sartre, Andre Gide gibi döneminin usta edebiyatçılarının dikkatini çeken ve onların ricalarıyla hapisten kurtulan sıradışı bir yazar Jean Genet.
Bu kitabı okumak kadar sonrasında hakkında konuşmanın da çok keyifli olacağını düşünüyorum.

3 Aralık 2010 Cuma

Denize Doğru Yuvarlanan Telaşlı Adımlar

Bahar tadında bir Kasım akşamı, yine Kadıköy Starbucks’taydık. Bahadır’la kısa bir sohbetin ardından Cem de aramıza katıldı. İtiraf etmem gerekirse, erken ayrılmak zorunda kaldığım buluşmanın tadı damağımda kaldı. İskeleye doğru sallana sallana yürürken, aklımda Emily Bronte’nin nazenin sözcükleri dolanıyordu. Kulaklarımda uğuldayan rüzgarın narin pençeleri yüzüme vurdukça, 19. yüzyıl İngiltere’sindeki kırsal yaşamın nasıl olduğunu tahayyül etmeye çalıştım. Toprağın kalbine yuvalanan insanlar, yaşam mücadelesini en meşakkatli haliyle tecrübe ediyor olmalıydılar. Etrafımdaki ışıklı vitrinlerden kaçarcasına iskeleye vardığımda, beni Üsküdar’a ulaştıracak sarı dolmuşlara yöneldim. Bir an önce eve varıp buluşmamıza ilişkin düşüncelerimi yazmalı; kulaklarımın çevresinde pervaneler çizen ilham perilerimin uzaklaşmalarına izin vermemeliydim...

***

Saplantılı bir aşk hikayesi etrafında dönen Uğultulu Tepeler, tutkunun ve nefretin hangi boyutlara ulaşabileceğini gözler önüne sermektedir. Dünya edebiyatında hususi bir yere sahip Heatcliff karakterinin merkezinde şekillenen hikaye, kara bir yazgı misali nesilden nesile aktarılan husumet düğümlerinin izlerini sürmektedir. İngiltere kırsalında, birbirlerine kilometrelerce uzak müstakil evlerin sonsuz yalnızlığı, gri bulutlardan dökülen yağmura karışmakta ve ortaya okuyucuyu derinden etkileyen kasvetli bir atmosfer çıkmaktadır. Genç yaşta ölen Emily Bronte’nin tek kitabı olan bu harikulade eser, yayınlandığı dönemde ciddi eleştiriler almış; özellikle dini otoriteler tarafından geleneksel toplum düzenine bir başkaldırı olarak nitelendirilmiştir. Bugün bir çok eğitim kurumunda ders kitabı olarak okutulan ‘Uğultulu Tepeler’, imkansız aşkların yürek paralayıcı dokusuna ustalıkla neşter vuran Bronte’ye, edebiyat dünyasında saygın bir yer kazandırmıştır.

31 Ekim 2010 Pazar

KOKU

Bir kitabı okuduktan sonra filmini seyretmeyi seviyorum. Genellikle hayal kırıklığına uğrasam da sanırım kitabı okurken karakterleri ve mekanları zihnimde oluşturmakta zorlandığım için ihtiyaç duyuyorum buna. 'Koku' ile ilgili yaptığımız güzel toplantıdan sonra da yorum yapmak için önce filmini seyretmek istedim. Filmi bulmam biraz gecikti, kusura bakmayın:)
Kitabı okuduktan sonra etrafımdaki cisimlerin kokularını daha dikkatli incelediğimi farkettim. Bu anlamda üzerimde kalıcı bir etki bıraktığını söyleyebilirim. Gerek kurgusu, gerekse dili ile oldukça sürükleyiciydi.Bilhassa sonunu çok beğendim. Arka kapağında yazdığı gibi gerçekten Kafkaesk bir yönü vardı. Bir dönem romanı olarak da çok başarılıydı. Yazar, okuduğum ilk kitabı olmasına karşın, özgün kurgusu ile diğer kitaplarını da okuma isteği uyandırdı bende.
Filme gelince elbette kitap kadar büyük bir etki yaratmadı üzerimde, fakat kitaptan uyarlama diğer filmlere nazaran çok başarılı bulduğumu söylemek istiyorum. Önemli detaylar atlanmadan iki saate gayet güzel sığdırılmış.
Bundan sonraki toplantımızda tartışacağımız Uğultulu Tepeler'in filmini şimdiden aramaya başladım. Ona yazacağım yorumun bu kadar gecikmeyeceğini umuyorum:)
Bu güzel organizasyon için Cem'e ve Süleyman'a teşekkür ederim. Uğultulu Tepeler'de görüşmek üzere.

24 Ekim 2010 Pazar

Uğultulu Tepeler

Erkek Adam Okur'da kasım ayının kitabı olarak seçilen 'Uğultulu Tepeler', 19. yüzyılın ünlü İngiliz kadın şairi ve romancısı Emily Bronte'nin 1818-1848 yılları arasındaki 30 yıllık ömrünün bitmesine bir yıl kala yayımladığı ilk ve tek romanı. Kızkardeşleri Charlotte ve Anne ile birlikte şiir kitapları da çıkaran Bronte, 'Uğultulu Tepeler'de çocukluğunun geçtiği kapalı ve boğucu bir havası olan yöreleri anlatırken döneminin edebiyat kurallarını zorlayan duyarlılığıyla dikkat çekti. Anlatımındaki derinlikle başarılı bulunan ve ele alınan kahramanların her çeşit karmaşıklığını ve iç dünyalarını aktarmadaki özgünlük açısından günümüzde bile başarılı bulunan 'Uğultulu Tepeler'in 19. yüzyıl romanında önemli bir yeri vardır.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Koku

Dün akşamki toplantı gerçekten de çok keyifliydi. Her şeyden önce grubun kurucusu Cem'e, bizleri bir araya getirdiği için; ardından Bahadır'a, böyle bir oluşuma destek verdiği için çok teşekkür ederim. Umuyorum ki önümüzdeki günlerde "Erkek Adam Okur" gerek seviyeli tartışmalarıyla gerekse de sosyalleşme açısından önemli bir misyonu yerine getirecektir.

Uzun yıllar devam etmesini temenni ettiğim etkinliklerimize, Patrick Süskind'in Koku adlı romanıyla güzel bir başlangıç yaptığımızı düşünüyorum. 18. yüzyıl Fransa’sında geçen roman, koku alma duyusu fazlasıyla gelişmiş olan Jean-Baptiste Grenouille isimli gencin yaşadığı evrimsel süreci gözler önüne seriyor. Paris’te bir balık tezgahının altında gözlerini hayata açan Grenouille’ün zorlu yaşamı, eşsiz yeteneğini ölümcül bir ideale yönlendirmesiyle fantastik bir boyut kazanıyor. Vurucu bir finalle sona eren roman, okuyucuyu kokuların egzotik dünyasında keşfe çıkarmakla kalmayıp, ciddi bir toplumsal eleştiriyi de içinde barındırıyor. Alman Edebiyatı'nın mihenk taşlarından birisi olarak kabul edilen Koku'yu okumamış olan tüm kitapseverleri, bu duyusal serüvene ortak olmaya davet ediyorum.

19 Ekim 2010 Salı

TOPLANTIMIZ

Toplantımız güzel geçti.Katılan arkadaşlarımız Bahadır ve Süleyman'a tekrar tekrar teşekkürler. Sohbet koyuydu. Herkes vaktinden önce orda oldu.Daha kasada kahveler alınırken kaynaşıldı.Kitabı tartışırken birçok başka yazarlar ve başka kitaplardan söz açıldı.Faulkner'den girdik Sartre'dan çıktık. Hasan Ali Toptaş'la başladık Murat Uyurkulak'la bitirdik.Ben her iki arkadaşımla da biraya geldiğime çok memnun oldum. Önümüzdeki günlerde yeni mekanlar ve yeni kitaplarla karşınızda olacağız..Herkes birbirini dinledi.Herkes başka bir kapıyı açtı.Biri bir diğerinin göremediği bir noktayı işaret etti.Mekan Kadıköy Starbucks'tı. Bir sonraki ayın moderatörü Süleyman.Görüşmek üzere diyorum.Herkese sevgiler saygılar.

KURMACADA BEŞ DUYU

Kitaba tanıtım yazısında da belirttiğim gibi çok hızlı başladım ancak ortalara doğru özellikle Grenoulle'nin mağarada yaşamayı sahnelerden itibaren biraz sıkıldım.Bu sahneler bana inandırıcılığı düşük ve zorlama geldi ancak ne zaman Grenoulle tekrar bir parfümeri dükkanında çalışmaya başladı o zaman ben de tekrar romanın dünyasına zorlanmadan girdim.Romanın Almanca orjinal adı Das Perfume. Roman parfüm imalatı nasıl ortaya çıktığı ve o dönemde ne şekilde imal edildiğiyle ilgili önemli bilgiler veriyor. Örneğin yağda kaynatılıp koku özü alınan çiçekler adeta ölü gibi çöpe atılıyor. Tıpkı Grenoulle'ün öldürdüğü kızlar gibi. Bu benzetme bana  Grenoulle'ün sosyopatlığını duygusuzluğunu açıklaması bakımından çok anlamlı geldi.Sonlara doğru özellikle Richis karakteri ve Grenoulle karakteri arasındaki kaçma kovalamaca oldukça heyecanlıydı ama bende her okur gibi son kurbanın kurtulmasını istedim.Maalesef olmadı.Son bölümde bütün bu ölülerin tüm insanlığı dize getirecek kadar güçlü bür kokunun oluşması adına öldüklerinin ortaya çıkması biraz da olsa acımızı hafifletti gerçi. Ancak yine de zannederim hiçbirimiz Grenoulle'ü affetmeyeceğiz. Roman kesinlikle koku duyusunun işlenmesi açısından son derece başarılı. Umarım kendi yazdığım metinlerde de bundan sonra koku duyusunu daha iyi kullanır hale gelirim.Son bölümler kitabın kapağında " benzeri Kafka'nın romanlarında görülen..." diye tarif edilmiş.Bu yüzden açıp da o son bölümü okumamak için kendimi zor tuttum. Bu aslına bakarsanız basbayağı bir toplum eleştirisi.Koku uğruna cinayetler işleyen bir adama öfke dolu bir halkın benzer bir koku kendilerine sunulduğunda takındıkları tavırlar ve sonrasında görmezden gelme bastırma, yansıtma, içselleştirme bağlanmında bakarsak bir başkasını idam etmeleri son derece manidar.Son bölümde Grenoulle'in yamyamca yenilmesi bana göre tüm bu son bölümü de içine alan bir incil göndermesinden başka birşey değil.Çarmıha gerilecek olan kişinin koku vesilesiyle tanrılaşması ve devamında öldürülmesi.Bilenler bilir Hristiyanlıkta ayinler sırasında ekmek ve şarap yenir ve ekmeğin Hz.İsa'nın eti, şarabında kanı olduğuna inanılır.Romanda beğenmediğim bir başka yönde sayfa 149 ikinci paragrafta olduğu gibi hikayenin yazar tarafından zaman zaman kesilmesi.Bu da yazarın tarihçi kimliğinden kaynaklanıyor olabilir ya da yazarın inandırıcılığı arttırmak adına başvurduğu yollardan biri olabilir. Sonuç olarak ben de romanı beğendim ve Suskind'in ustalığını takdir ettim.Moderatör olarak okuyan ve toplantıya katılan arkadaşlara teşekkür ederim..

1 Ekim 2010 Cuma

BABAMIN ETTİĞİ BOKTAN LAFLAR

Normalde bu blokta bu tarzda kitaplara yer vermeyi planlamıyorum ama bu kitabı D&R da gezerken öylesine almıştım (üzerinde Mayıs 2009'dan beri New York Times'da best seller olduğu yazıyor) fakat kitap beni resmen içine çekti. Kitabı alır almaz, alışveriş merkezinin restaurant katında bir masada vakit geçirmek için okumaya başladım. (Beğendiğim bir montun uygun bedeninin depodan gelmesini bekliyordum).Bu bir saat nasıl geçer derken, bir buçuk saat sonra mağazaya döndüm.Kitap o kadar komik. Tanıtım yazısında da dendiği gibi bazı yerlerde durup kahkahalarla güleceksiniz.Örneğin: Su kaydırağından neden kaymak istemediği sorulduğunda? "Bir tüpten10 yaşındaki çocukların sidiğiyle dolu bir havuza fırlatılmak istemediğini" söylemesi. Ya da Schindler'in listesini seyrederken oğlunun şeker istemesi hakkında; Ne istiyorsun -ne -Şeker mi? O. çocukları insanları gaz odalarına atıyorlar ve sen şeker mi istiyorsun? demesi gibi beni çok güldüren şeyler var bu kitapta. Aynı zamanda bir senaryo yazarı olan Justin Halpern kitabın yazılma süreciyle ilgili olarak; önce birkaç arkadaşının takip ettiği, babasının sözlerini yazdığı, twitter bloğunun, zamanla ellibinin üzerinde follower'a sahip olması üzerine , kuzenleri, kardeşleri ve annesiyle, babasının geçmişte söylediği şeyler üzerine konuşup, notlar aldığını ve kitabın bu notlardan çıktığını söylüyor. Kitabın yayınlanmasından sonra, şu an "Shit my dad says" twitter bloğunun iki milyona yakın follower'ı var. Evet yanlış okumadınız tam 1,770,000 takipçisi var bloğun. Bence hiç de öyle iddia edildiği gibi boş bir kitapta değil. Küfürlü ve kaba da olsa adamın oğlu Justin' e verdiği birçok öğüt çok yerli yerinde...Özetle ve özellikle bloğumuzun erkek takipçilerine; 'Alın, okuyun, pişman olmazsınız' diyorum. Saygılarımla. İyi okumalar efendim...

30 Eylül 2010 Perşembe

Bu ayki kitabımız ve aynı zamanda blogumuzun seçtiği ilk kitap Patrick Suskind'in yayınlandığı tarihte Almanya'da büyük ilgiyle karşılanan romanı Koku.Roman hiç kokmayan ama her türlü kokuyu olağanüstü bir hassasiyetle alabilen bir adamın 17. yy Fransa'sında geçen hikayesi.Bir on sayfa kadar okudum dünden beri ve kitap aynı zamanda dönemle ilgili çok ilginç ve güzel bilgiler veriyor.Kaldı ki Suskind bir tarih uzmanı. Kitabın benim ilgimi çekmiş olmasının sebebi Murat Gülsoy'un kurs sırasında önermiş olması.Kurmaca eserlerde beş duyuya hitap etmenin öneminin hepimiz farkındayızdır.İşte kitap bunlardan koku duyusunun nasıl kullanılacağıyla ilgili önemli bir örnek. Herkese iyi okumalar efendim.

Dipnot: Buluşma tarihimiz 19 Ekim'den sonra kitabı okuyan herkes cememr2000@gmail.com adresine kitapla ilgili eleştiri yazılarını gönderebilir. Uygun gördüklerimizi yayınlayacağız...

21 Eylül 2010 Salı

İYİ NİYETLİ BİR ÇABA


Vapurda terkedilmiş bir gazete parçasından öğrendiğim bir kitap eleştiri ifadesi bu. Şansıma birisi radikal kitap ekini oturduğum yerde bırakmıştı bende okudum. Orta sayfalarda bir yerde Cem Şancı”nın son kitabı için yazar, iyi niyetli bir çaba demek isterdim ama maalesef değil diyerek kitap hakkındaki görüşlerini özetliyordu.

Oysa ki ben Alper Canıgüz’ün Gizliajans kitabı için rahatlıkla bu ifadeyi kullanabilirim. Hatta vaadettiklerinin ötesini başardığını düşünüyorum. Ancak Canıgüz ün şanssızlığı İ.Oktay Anar ve Orhan Pamuk gibi efsaneleşmiş, edebi ödülleri bir bir toplamış, yazarlarla aynı yayınevinden kitabını çıkarması. Birçoklarına şans gibi görünebilecek bu durum aslında okuyucudaki edebi beklentiyi yükseltmesi açısından aleyhinize olabiliyor.
Eski bir reklam yazarı olan Alper Canıgüz, Kaan Sezyum gibi karikatür dünyasından göndermelerle psiko absürd komedi gibi nitelemelerle zaten işin mizah tarafında olduğunun altını çiziyor ancak okur mizahla harmanlanmış bir edebi tat bekliyor. Hevesi kursağında kalan okurun elinde kalan daha çok “dedi al yazmalım selvi boylum” gibi hoş göndermeler, temiz, yanlışsız bir dil

KARANLIĞIN YÜREĞİ


Kurtz kimdi? Kurtz neydi? Kurtz neyi temsil ediyordu?Nişanlısı için kişisel narsizminin objesini, yerliler için kutsalı, şirket çalışanlarınca efsanevi iş başarısını, gücü. Kurtz herkesin gerçekleşmemiş hayaliydi belki de…Geçtiğimiz yıl İKSV Film Festivali kapsamında gösterilen, “Apocalypse Now” filmine esin kaynağı olan roman, modernist edebiyatın yapı taşlarından sayılıyor. Roman Joseph Conrad’ın en önemli eseri belki de.

Ben romancının , dili iyi kullanan, hayat deneyimi fazla, ve maceracı olanını severim…Joseph Conrad böyle bir yazar işte. Tüm ilkgençliğini yazar olma hevesiyle geçirmiş, kaderin cilvesiyle hayatının önemli bir kısmını gemilerde çalışarak geçirmiş maceracı ve aksiyon adamı bir edebiyatçı. Özetle Conrad, ne ayaklarına yün çoraplarını geçirmiş soğuk kış gecelerinde altını çize çize kitap okuyan gözlüklü, içe dönük bir entelektüel, ne de türlü türlü maceradan sonra ellisine varınca anılarını yazmaya karar veren, edebiyatla, entelektüellikle ilgisiz bir macera adamı.

Belki de onu böylesine benzersiz kılan da bu heryerden almışlığı. Kitap da zaten Kongo ya yaptığı yolculuklarda yaşadıklarından yola çıkarak anlatılmış lirik bir efsane.

44 INSIDER SECRETS THAT WILL GET YOU HIRED


Bu sefer bir kendine yardım kitabıyla karşınızdayım. Krizin dibine vurduğumuz şu günlerde; işsizlik cumhuriyet tarihinin en yüksek oranlarına ulaşmış durumda. Bu blogun yazarı da 6 aylık bir işsizlik sürecini heniz tamamlamış bir kişizade. Bir yıl önceki iş arama sürecimde sipariş edip, tam iş bulduğum sırada elime ulaştığından, pek okumadığım bu kitap, son dönem iş arama süreçlerimdeki başucu kitaplarımdan biri oldu. Kitabı www.amazon.com dan temin edebilirsiniz.Cevabını bulmaya çalıştığım birçok soruya cevap buldum ve gerçekten ufkum açıldı. Bu yüzden keşke türkçe ye çevrilse de herkes faydalansa dediğim kitaplardan biriydi. Adı “44 Insider Secrets That Will Get you Hired”, yazarı Cynthia Shapiro. Shapiro yıllarca büyük şirketlerde insan kaynakları alanında çalışmış fevkalade yetkin bir uzman. Bir süre sonra kendi işini kurarak adaylara iş bulmalarında yardımcı olacak bir “career re..” hizmeti veren bir şirket kuruyor ve bu kitap da işte bu deneyimlerden şekilleniyor.

SOĞUKKANLILIKLA


Ben ne tuhaf biriyim yahu! Gecenin bir yarısı normal insanlar sevgilisine şiir falan yazar ben oturmuş bir cinayet romanına blog yazıyorum. Neyse efendim sevgili blog ahalisi siz de bendeninizi böyle kabul edin, ben de dışavurayım kendimi.Bu kitapla ve ince sesli Truman Capote’la tanışmam, Capote’nin (kapoti diye okunuyor) hayatını anlatan film vesilesiyle oldu. Philip Hoffman’ın (Bkz. http://www.imdb.com/title/tt0379725/) başarıyla canlandırdığı karakter, nevrotik ve eğlenceli, alt sınıftan gelme , burjuva çevresinde pek sevilen, esprili bir adamdır. Filmin tabii en esaslı tarafı hikayesini yazdığı olayı araştırmak için gittiği kasabada suçlularla kurduğu ilişkiler.Bütün bir süreci inceleme şansına sahipiz. Olayların oluşu, kitabın yazılışı ve sonrası.
Yeri gelmişken hikayeden bahsedelim. Hayatı yetimhanelerde ve cezaevlerinde geçmiş iki adam kısa süreli işçi olarak çalıştığı bir çiftlikteki baba, anne ve çocukları hunharca öldürür ve yargılama sürecinin ardından idam edilir.Adamın çiftlik sahibiyle, öldürdüğü kişilerle hiçbir alıp veremediği yoktur.Öylesine işlenen bir cinayet ve idam vardır ortada. Filmi izledikten sonra kitabı aldım ve okudum ve açıkçası olayı tüm

ALBAYA MEKTUP YOK


Kitabı okurken ilk defa Marquez okumuş biri olarak yüksek beklenti içindeydim. Marquez ödüllü yazarların olmazsa olmazlarına sahip bir yazar. Kafasında ayrıntılı bir roman dünyası hayal ediyor ve bunu başarıyla kağıda geçiriyor. Altmış beş sayfalık bir uzun öykü okuyup yazar hakkında atıp tutmak istemediğim için biraz öyküden bahsedeyim. Bir albay ve karısı var. Bunlar romanın iki ana karakteri ve karısı mantığı Albaysa gurur ve idealizmi temsil ediyor. Öldürülen oğluna ait Horozu satmamakta direnmesi Albay'ın karakteri hakkında en önemli bilgiyi veriyor. Erdem kitabın Marquez okumalarına iyi bir başlangıç olduğunu düşünüyor. Önümüzdeki günlerde Soholov'dan vakit bulursam Yüzyıllık Yalnızlık'ı okuyacağım mutlaka. Romanın oldukça karamsar bir atmosferi var.Bence eksiklerinden biri öldürülen oğul hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayaşımız. Horoz hakkında çok daha fazla bilgiliyiz. Okumuş olmaktan pişman değilim. Marquez'e dediğim gibi mutlak devam edeceğim.

GİZLİ EMİR

İzninizle bu yazıda bol bol ukalalık yapacağım. Anlatım sanatlarında iki yöntem vardır. Anlatmak ve Sahnelemek. Bir roman ya da öyküde sahnelemek ne kadar çoksa o kadar iyidir. Anlatmaktan mümkün olduğunca kaçınılmalıdır. Örneğin Melih sinirli bir insandı deyip bir karakteri tanımlayabilirsiniz ya da bir sahnede Melih'i birilerine sinirlenmiş bağırıp çağırırken gösterip okuyucunun onun sinirli bir insan olduğunu anlamasını sağlayabilirsiniz. Diğer türlü yaptığınızda didaktik olursunuz. Anlatım sanatlarında bir diğer kural;roman ve öykü yazmanın amacı karakter yaratmaktır. Kendi fikir ve görüşlerinizi kukla karakterleriniz yardımıyla anlatmak değil. Kuşkusuz edebiyatımızın gelişmesine Türk Yazın dünyasına önemli katkıları olmuş olan Anday önemli bir sanatçı ancak bu iki temel kuraldan bihaber ya da takmıyor.
İş Bankası yayınlarından çıkan versiyonda Syf 188 de "O günlerde Aktör Bilal, Percy Bysshe Shelley'in aşk üstüne bir denemesini okumuştu". diye başlayıp giden paragraf yazarın bu anlayışının doruğa çıktığı numunelik bir an. 1960 ihtilalinden birkaç yıl sonra yazılan roman ihtilalin baskıcı izlerinden fevkalade etkilenmiş görünüyor. 1984 George Orwell romanına bir türk yazardan gönderilen bir selam adeta. Bu anlamda Anday'ın değer katan anlayışını takdir etmemek mümkün değil.Pek tabii ki de kullanılan dil de bir şairi utandırmayacak nitelikte. Zaten benim itirazlarımda büyük ölçüde kurguya.

İNCİ GİBİ DİŞLER


Öncelikle ben bu kitabın nesini sevdim onu bir açıklayayım. Kitap ağırlıklı olarak Samet'in, Millat'ın ve Macit'in çelişkileri üzerine kurulu. Bir doğu batı meselesi var işin içinde. Modern çağda kimliğini kaybetme korkusuyla ayakta kalmaya çalışan bir baba figürü ve benzer kaygılara bambaşka tepkiler veren iki oğul var.Samet Batı'nın zehirine kendini kaptırdıkça daha fazla suçluluk duymaya ve giderek daha muhafazakarlaşmaya başlar. Millat fundamentalizme kayar.Macit'se zaten baştan beri kendi olmak istememektedir.Babasının tek elli bir garson yerine bir dişçi olmasını , adının Macit değil Mark olmasını istemektedir.Yine de meseleye entellektüelize ederek yaklaşır, bir anlamda tüm bu çelişkilerden entellektüelleştirme yoluyla kendini soyutlar. Bu batılılaşma meselesi tabii ki de yeni bir mesele değil.Hatta bugün yakın tarihi daha tarafsız gözlerle incelediğimizde batının da bir batılılaşma (modernleşme) sürecinden geçtiğini görüyoruz.İlginç olan, tüm bu çelişkilerin, ne batılı, ne de doğulu, Jamaika asıllı bir genç kızın gözünden anlatılmasıdır. Z.Smith mizahi gözlükleriyle Yahudiliği, Hristiyanlığı, Müslümanlığı eleştirirken aslında tüm yönleriyle, birbirlerini, cehennemlik, kötü, öteki olarak niteleyen tüm o aşırı uçların aslında ne

ZİYAN


Kitap üşüme izleğiyle açlıp üşüme izleğiyle kapanıyor.Yaratıcı Yazarlık kurslarına gidenler bilirler. Bir roman veya öyküde inandırıcılığı sağlamanın okuyucuyu romanın dünyasına sokmanın yolu beş duyuya hitap etmektir.Günday kitabın daha başlarında nöbet tutan askerin üşüme hissini bizlere kazandırarak hemencecik kendimizi o kışlada üşüye üşüye nöbet tutan bir asker gibi hissetmemizi sağlıyor. Köylü X ağa tabancayı Yüzbaşının masasına koyduğunda hapı yuttuğunu düşünen biz olduğumuzu zannediyor, korku krizleri geçiriyoruz halbuki o anda yün çoraplarımızla yatakta kitap okumaktayız ve Ekber ya da bir başka herhangi bir astsubaydan dayak yeme ihtimalimiz oldukça düşük.(zaten blog grubumuzda askerliğini yapmamış olan yok.Erdem dahil).
Hikaye çelişkidir.Ziyan atatürkçü bir çevrede yetişmiş biri için çok önemli bir çelişki üzerine kuruluyor. Atatürk'ü öldürmek isteyen bir hayali arkadaş ve Atatürk ve atatürkçülüğün tapınma mertebesine getirildiği bir kurumda ifa edilen vazife.Kitabın sonuna doğru Günday'ın Ziya Hurşit'i suikastten vazgeçirdiğini iddia etmesi akraba olduğu kişiyle yaşadığı suçluluk duygularının çocukça dışavurumundan başka birşey değil ve kurgusal açıdan tam bir facia.Üstelik zorlama ve gereksiz. İşin başından beri ısrarla belirtmek istediğim birşey var.

20 Eylül 2010 Pazartesi

MANİFESTO

1)Bu grup kitap okuyan kişilerden oluşan, kurmaca eserler üzerine yoğunlaşan, özellikle roman, öykü kitaplarının her ay seçilerek okunduğu, aylık toplantılarda tartışıldığı bir topluluktur.
2)Her ay okunacak kitap o ayın Grup Lideri tarafından seçilecek ve üyelere blog adresimizde duyurulacaktır.
3)Seçilecek kitaplar türkçe ya da çeviri öykü, roman türünde eserler arasından seçilecektir. Araştırma, inceleme, anı kitapları ayın kitabı olarak seçilemez.
4)Grup üyeleri toplantıya katılan asıl üyeler olarak en fazla 15 kişiden oluşabilir. Bunun dışında gruba kabul edilen her üye ayın kitabı ya da daha önce okuduğu bir başka kurmaca eser hakkında bloga yazı gönderebilir, yazılanlara yorum yapabilir.
5)Grup toplantıları sırasında futbol, ganyan, pornografik konular ve okuduğumuz kitapla çok ilgili olmadıkça siyaset konuşulamaz.
6)Grup üyeleri toplantılar sırasında diğer üyelere ve onların farklı görüş ve eleştirilerine saygı göstereceklerdir.
7)Grup toplantıları her ay istanbul'da seçilen bir mekanda gerçekleştirilecektir.
8)Yedinci madde sebebiyle 15 kişilik asıl üyeler her ay İstanbul'a gelebilecek veya İstanbul'da ikamet eden kişilerden oluşacaktır.
9)Seçilen kitapların üzerinde tartışılabilecek edebi değeri olan kitaplar olmasına özen gösterilecektir.
10) Seçilecek kitaplar daha önce grup üyeleri tarafından okunduysa bu üyelerin talebiyle değiştirilebilir.Bu nedenle ayın kitabı olarak birkaç alternatif belirlemekte yarar olacaktır.

NEDEN BÖYLE BİR TOPLULUK?

Aslına bakarsanız, çok ayan beyan, benim de sizlerin de duymaktan bıktığı birtakım gerçekler var. Ülkemizde kitap okuma oranlarıyla ilgili bazı istatistikler şöyle;

*Dünya ortalamasına göre kişi başına kitaba ödenen para 1.3 dolardır. Kişi başına kitaba; Norveçli 137 dolar, Alman 122 dolar, Belçikalı 100 dolar, Güney Koreli 39 dolar harcar iken biz Türkler sadece 0.45 dolar (45 sent) harcamaktayız.

*1990 yılında İran da 9289 kitap basılırken bundan iki yıl sonra bile ülkemizde 6151 kitap basılmıştır.

*Gençlerin; %61 i son bir ayda hiç kitap okumamış, %13.4 ü son bir ayda bir kitap okumuş, Ülkemizde en çok kitap okuması gereken kişiler gözüyle bakılan